Erdal Atıcı

Erdal Atıcı

SİS ÇANI
erdalatici@gmail.com

Dünyada en büyük gölge, anne gölgesidir...

09 Mayıs 2021 - 07:10 - Güncelleme: 09 Mayıs 2021 - 23:02

Hatırlama Bahçesi
Geçen yaz, uzun ve sıcak Temmuz gecelerinin birinde; annemle, kırlangıç (sındılı) yuvası gibi küçücük evimizin önünde, Aşı Koyu taraflarından gelecek serin esintiyi bekliyoruz. Heyhat, gece yarısı olmuş ve hala yaprak kıpırdamıyor!

Gökyüzü aydınlık; irili ufaklı, milyarlarca yıldız, başımızın üstünde dönüp duruyor. Çoğunun adını bilmiyoruz. Bize göz kırpanlar, bir görünüp bir kaybolanlar var. İsimsiz, kimliksiz milyarlarca yıldız... Acı olan, o yıldızların görüntüsünün bir daha aynı şekliyle hiç geri gelmeyecek olması… 

Annem, hiç büyümemişim de çocuk kalmışım gibi, yıldızlarla ilgili geçmiş zaman masalları anlatıyor… Her birimizin gökyüzünde, bizimle yaşayıp, bizimle ölecek birer yıldızının olduğunu, insanın o yıldız kaydığında öldüğünü, ışıkları azaldığında hasta olduğundan dem vuruyor. 

Kervan kıran yıldızından söz ediyor bir ara, eski zamanlarda, gece gündüz yol giden kervanları, bu kervanlara kutup yıldızının yol gösterdiğini, ama kimi zaman insanların bu yıldızlara bakarak yolunu kaybettiğini falan da anlatıp, Çoban yıldızının hikâyesine geçiyor, sonra da Zöhre yıldızına… 

Sanki o anda değil de, başka bir zamandaymışız gibi anlatıyor, sanki ninem, sanki babam, sanki ağabeyim ölmemiş de, uzak illere gitmişler de geleceklermiş gibi anlatıyor…

“Kandilin camı islenmiş, içeriye bir karanlık çökmüştür a oğlum!” diyor bir ara. Hiç ses çıkarmıyorum. Varsın kandiller çağını yaşadığımızı sansın… Elli yıl öncesindeymişiz gibi bakıyor yıldızlara…

Zaman ilerliyor, gece kendi içine çekiliyor. Elektrik tellerinin üstüne tüneyen baykuşun parıl parıl parlayan gözleri sönüyor, ay dağların üstüne doğru çekiliyor. Yeryüzündeki tüm sesler susuyor, yalnızca dünyanın kadim sesi duyuluyor… 

Arada bir yıldızlar kayıyor evrenin sonsuzluğuna… Kederli bir iz bırakıyorlar geride. Her dünyadan ayrılan sevgilinin, dostun, arkadaşın, tanıdığın bıraktığı kederli iz gibi… Geride kalanları içten içe çökerten o rutubet sarısı soluk iz gibi… Elleri böğründe sıvası dökülen duvarlar gibi kalıyoruz geride. Önce boyalarımız rengini yitiriyor, sonra kederlerimiz yosunlanıyor ve sonra kendi kendimizi nemden ve gamdan yiyip bitiriyoruz. 

“Hep sıcak hep sıcak, bu dünya hala soğumadı a oğlum!” diyor annem. 

Sonra ikimiz de kendi yıldızımızı arıyoruz gökyüzünün derinliklerinde ve susuyoruz. 

Köyümüz yanardağ ağzı gibi yanmaya devam ediyor. Arada, uzaklarda boğuk seslerle havlayan köpeklerin sesini duyuyoruz. 

“Akkızca Ninen gelir birazdan, bu köpek ulumalarını hayra yormaz. Köyden biri ölecek, çocuklara dikkat et der gider… İlk doğan çocuğum, kaynar kazanın içine düşüp öldü ya, o günden beri ikimiz de, sizlere bir şey olacak diye tetikteyiz. 

Buz gibi bir kütle dolaşıyor kanımın içinde, hızla soğuyor ellerim kollarım, ayaklarım… Annem hiç kesmeden sürdürüyor konuşmasını…

“Bu köy ben bildim bileli hep böyle derin uykular içindedir” diyor… “Kederli kadınların yaşadığı bir köy, daha başka nasıl olabilir ki? Yaşım 86, neredeyse 80 yılına tanığım ben bu köyün. Kadınların öküzün yanında çifte sürüldüğü dönemleri bilirim. Yüzü gülmeyen gelinlerin dövüldüğünü, kafasının gözünün yarıldığını, sırtında sopalar kırıldığını, düşükler yaptığını, bağıra bağıra öldüğünü, ezildiğini, horlandığını, sokağa atıldığını bilirim a oğlum!”

Annemin sözcüklerinden köyün üstünde dalga dalga büyüyen bir öfke yayılıyor. Sonra bir karatavuk pırrr diye uçuveriyor karanlığın içine… 

O kadınların çilesi… İrezilliği; üstte yok başta yok. 

Bizler yaz kış, susardık… O dayaklardan kadınları, köyün yaşlı kadınları kurtarırlardı. Adının sonuna, “Ca”, “Ce” eki alan ne kadar yaşlı kadın varsa, ellerindeki değneğe dayana dayanaçığlıkların geldiği yöne doğru yürürlerdi. Yoksulluk, cahillik, yobazlık, kaba kuvvet hayatımızın her tarafını zehirli sarmaşıklar gibi sarmış, kurtuluş yollarını kapatmıştı. Kaç kişi intihar etti buranın, oranın, şuranın köylerinde, kaçı dayaktan öldü? Bilen, sayan var mı? Kim bilsin! Kim saysın! Hâkimi savcıyı, kadıyı bilen mi var a oğlum?”

“Evde babasından, okulda öğretmenlerinden, askerde komutanlarından dayak yiyen babalarımız öfkeyi kadın ve çocuklardan aldı ne yazık ki? Çocuklar da aynen kadınlar gibi dayakla büyüdü...”  diyorum…

“Ezen ezene bir dünyaydı. Ezen ezene…” diye karşılık veriyor…

Üniversiteye başladığım yıllarda, babam bizim Mergenli’nin köy muhtarıydı. Şubat tatili için evimize geldiğimde, tanımadığım, bir kadın misafir vardı. Anneme sordum “bu kadın kim” diye, “filanın karısı” demişti. “E neden akşamları evine gitmiyor da bizde kalıyor” dediğimde, “kocası bu kadıncağızı öldüresiye dövmüş, ellerine ayaklarına cereyan vermiş, zavallı gidecek yeri yok, baban muhtar olduğu için bize sığındı. Baban bugün yarın kocasını çağırtır…”

“Ama, adam yine döver onu…”

“Baban gerekenleri konuşur, sen merak etme!”

İşte o gün; Anadolu’da kadınların yüz yıllardır aynı çileyi yaşadığını, yazgısının hiç değişmediğini, bir kez daha görmüş, utanmıştım. Bu zulme karşı durmak gerekmez miydi? Hem üniversitede okuyacak hem de, kendi halkımıza sırtımızı mı dönecektik…  Peki, onca kitaptan, hiçbir şey anlamamış mıydık? Elbette anlamıştık ve büyümüştük artık. 

O akşam babamla konuşmaya karar verdim. O adama iyi bir ders verilmeliydi, hem de anladığı dilden. Babamın en çok kullandığı söz: “Ben her şeyi bilen adamım!” sözüydü. Bilmek yapmayı zorunlu kılardı. O zaman kadınlara yapılan zulme karşı elinde yetkisi olan biri olarak müdahale etmeliydi. Tartışmayı bitirirken eğer gereğini yapamazsa; ona karşı bir evlat olarak güven duymayacağımı öfkeli bir dille belirttim… 

“Yarın çağırtır köy odasına konuşur, yasaları hatırlatırız kendisine”, dedi… 

Hasan Karabaş, rahmetli; köyümüzün bekçisiydi ve ben Hasan Amcayı çok severdim. O zamanlar, dünyanın en yoksulu kim diye sorsalar hiç düşünmeden “Hasan Amca” diye yanıt verirdim. İki oda evi vardı. O iki odanın içinde neredeyse bir çift yataktan başka bir şey yoktu. Beş çocuğu vardı. Hayatını bekçilikten aldığı birkaç kuruş ve senin benim işimde çalışarak kazanırdı. Hasan Amca, çok onurlu bir adamdı ki, bu dünyada kimseye minnet etmedi, boyun eğmedi… Öyle bir derviş gibi geldi geçti bu dünyadan…  

Ertesi günü köy odasına çağırdı Hasan Amca o genç adamı… Efelene efelene girdi köy odasına, babam da arkasından girip kapıyı kapattı… Bir süre ses gelmedi, meraklandık. Ama sonra boğuk boğuk sesler yükselmeye başladı. Duyabildiğim kadarıyla “Ömer Amca ben yaptım sen yapma, diyordu… 

Babam köy odasının kapısını açtığında hala öfkeyle bağırıyordu:“Eğer bu durum bir daha tekrar ederse, sonun bu şekilde olmayacak, seni direk savcılığa teslim edeceğim, kadını cereyana tutmak nasıl bir işmiş bir de savcının önünde anlat bakalım diyeceğim!” O adam gözleri şişmiş bir şekilde avlumuza geldi, babama hala yalvarıyordu, “sözüm söz, sözüm söz” diyerek, karısına da binlerce pişman olduğunu, söyleyerek, aldı karısını gitti. 

Babam sonrasında takip etti onu ve kadını ne zaman görse “iş kesiyor mu (zulm etmek) sana” diye hep sordu, soruşturdu… O gün son olmuş… Babamın arkasından hala dua eder o kadın. “Allah Razı olsun Ömer Amca’dan, bizim adamın efeliği o gün dayağı yiyince sona erdi.” der…

Annem o gece Binbir Gece Masallarını andıran birçok gerçek hikâye daha anlattı. Hikâye değil de, kadınların çektiği çileleri anlatıyordu daha çok... Dilsiz kalanları, çocuk düşürenleri, eziyetlere dayanamayıp canına kıyanları, aklını yitirenleri bir bir isimleriyle andı. Her seferinde sözü Gazi Paşaya getirdi. O olmasaydı, hala şu gördüğün dilsiz hayvanlar gibi olacaktık. Allah bin kez ondan razı olsun. Nikâhı getirdi önce, sonra birden fazla kadınla evlilik yasaklandı. Miras verilmezdi kadına… Ne mirası oğlum. Kız çocuğu doğduğu zaman babaların yüzü düşerdi, utanırlardı. Hâlbuki her biri, yaşlılık döneminde kız çocuklarının eline kaldılar… 

“Bu düzen değişti sonra, okula gidenler gerçeği görmeye başladılar. Babasına anasına dayak konusunda dur demeye başladı gençler. Kız çocukları ilkokula, ortaokula gönderilmeye başlandı. Bizim köyden ilk baban gönderdi ablanı ortaokula. Hem de köyceğiz’e… Orada Akiye Teyze derler bir kadın vardı. Pansiyon işletirdi. Hem kız pansiyonu hem erkek pansiyonu… Daha okula kayıt yaptırırken orada bir öğretmen babanı bir kenara çekmiş; ‘Amca’ demiş; ‘Şimdi sen kızını okuttuğun için, sana olmadık lafı söyleyecekler. Bir sürü dedikodu yapacaklar, ama sen bunlara kulak asma! Sen en doğru olanı yaptın. Şimdi, senin bu kız ortaokulu ve liseyi bitirsin, dünyanın sonuna gider gelir başına bir şey gelmez, ama o senin arkandan dedikodu edenlerin kızları tek başına öbür mahalleye gidemezler…’ Daha birçok söz söylemiş… Ablan orada ortaokulu bitirdi, ardından Muğla’ya Ticaret Lisesine kaydettirdi. Oradan mezun oldu Ortaca’da TARİŞ’e memur olarak girdi…”

Babam biz küçükken Deli Duman gibiydi. Biz onun sinirinden annemizin gölgesine sığınarak kurtulurduk. Annem kendi dayak yiyeceğini bilse de bizi var gücüyle savunurdu. Hiçbir çocuğuna kıyamaz, hiçbir çocuğunu öte atamaz, hiçbir çocuğu arasında ayrım yapmazdı. Baktı sofrada yemek çocuklarına anca yetecek, bir şeyi bahane eder, avluya çıkar giderdi ki, biz iyice doyalım…

Aynı demir çanakta yemek yediğimiz yıllar yan gözle bakardım anneme… Biz, yemekten iki kaşık almışsak o bir kez alırdı. 

Babalar dağ gibidir derler, ama annelerin gölgesi gibi bu hayatta hiçbir gölge yoktur sığınacağınız… Ne zaman darda kalsak, o yetişir imdadınıza, ne zaman acı çeksek, o anlar bizi ve acılarımızı, ne zaman yanına varsak, bir çocuk gibi önümüze bir tas sıcak çorba sürülür… En çok onun yanında rahat ederiz… En çok onun yanında çocuksunuzdur, en çok ona güvenirsiniz…

Anneler Günü öyküsü olmadı bu, ama bağışlayın… Kadınlara, taciz, tecavüz edilen bir ülkede, eziyet edilen bir ülkede, kırk elli yerinden bıçaklanarak öldürüldüğü bir ülkede, yazar ve kalemi mutluluğa dair ne yazabilir ki… İçimden gelmedi kuyruklu yıldız gibi gökyüzünde mutlulukla gezinen bir öykü yazmak! 

Çocukluğumda dayak vardı, sopa vardı, ama bizler büyüdükçe ve olaylara müdahale ettikçe bütün bunlar sona erdi. 

Şimdi ne oldu da, yine kadınlara ve çocuklara bu kadar eziyet edilmeye başlandı bu ülkede? Sahi ne oldu da bunca kadın katili türedi bu ülkede? Hiç acımadan öldürülüyorlar, evde, sokak ortasında, çocukların gözü önünde? Ne oldu? 

Anne olsun ya da olmasın bütün kadınların Anneler Gününü yürekten kutluyorum. Çocukları için gecesini gündüzüne katarak mücadele eden, ailesini ayakta tutan, pazarlardan sebze meyve toplayıp çocuklarını aç bırakmayan, yoksulluğu varsıllığa dönüştüren, karanlıkta bile  çocuklarına hayal kurduran, ışığı gösteren tüm annelere selam olsun!

Erdal Atıcı

9 Mayıs 2021

 

Bu yazı 886 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 1 Yorum
  • Nurettin Demir
    2 yıl önce
    Erdal Hocam, elinize, dilinize sağlık bende Zöhre Annemizin ellerinden öper, onun nezdinde tüm annelerin anneler gününü kutlarım. Onların gölgeleri bizleri her daim serinletir, rahatlarım. Selam olsun tüm üretken kadınlarımıza. Dr Nurettin Demir