Tamahkâr üçkâğıtçıyla anlaşır!
Bu ülkenin başına ne geldiyse tamahkârlardan ve üçkâğıtçılardan geldi! 23 yılın gidişatı, sürecin başlangıcından itibaren zaten bize gelecekteki kötü haberleri veriyordu. Siyasi muhalifler Atatürk'den biraz öngörülü olmayı öğrenselerdi, bugünkü zorlukları yaşamazdık. Ancak pastanın diliminden bir parça sadece ben alayım tamahkârlığı içinde olunca, çıkarcı siyasetçilerimiz sayesinde bugünlerin ağır bedelini ödemek yine halka düştü!
Demokrasiyi, hakları, hukuk’u müdafaa ediyormuş gibi görünen, payına düşecek pasta diliminin beklentisi içinde olan, bir dilimi kapabilmek için tamahkarlık yapanları hepimiz biliyoruz.
Tamahkârlık edenlerin kaset kumpasına uğramasıda tesadüf değildi. Ayak oyunları, ayakaltından kaldırma/yok etme metodlarıyla işliyordu. Ardından Baykal'ın yerine gelen Kılıçdaroğlu ve ekibi 13 yıl 170 gün boyunca her seçimde yenilgiden ders almadan ve her defasında halka abuk sabuk dayattığı tercihlerini bugünkü çaresizliğimize "tıpış tıpış" kilitlemesini affetmiyorum! Açgözlülükleri ve hırsları yetmezmiş gibi “evetçi” güruhun da etkisiyle halkı iyice çukura soktular.
İşte bu tamahkâr karakterler daha fazla kazanç elde etme hırslarıyla halkın geleceğinde ciddi kayıplara sebep oldular.
Açgözlüler ise henüz hilelerinin, kumpaslarının kurbanı olamadılar. Açgözlülüğün ve hilenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan hikâyeler ders verici olsa da ders alan oldu mu ona bakalım!
Kıssadan hisse bir hikâye ile devam edelim:
Bir zamanlar, Cumhurbaşkanı olma olma hırsıyla yanıp tutuşan bir adam yaşarmış. Birgün, siyasi kurnazlığıyla ün salmış bir politikacıyla tanışmış. Bu politikacının da başı dertteymiş. Onu ancak rakibinin demokrasiye hak ve hukuk’a olan inancı kurtarırmış. Üçkâğıtçı adam, rakibinin hırsını görmüş ve ona bir "fırsat" sunmuş. Adam, çıkarına yenik düşerek bu teklifi kabul etmiş. Üçkâğıtçı, istediğini alıp, verdiği sözü tutmamış. Tamahkâr, hem makamını, hem de itibarını kaybetmiş. Çevresindeki insanlar, onun açgözlülüğü yüzünden düştüğü duruma üzülseler de açgözlülerin arkası kesilmemiş. Toplum verilen yanlış kararlar, tamahkârlıklar ve öngörüsüz siyasetçiler nedeniyle felakete sürüklenmiş.
Üçkâğıtçılarla işbirliği yapan tamahkârlar ülkede büyük kayıpların oluşmasına neden olmuştur.
Ahlaki değerlerde yoksun, dürüst, erdemli, hak, hukuk ve adalete inancı olmayan insanların eline bırakılan yönetimler sonucunda toplum çökertilerek bugünlere geldi...
Sabahattin Ali der ki“Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun.
Biz istiyoruz ki, bu topraklar üzerindeki insanlar, fikirlerinden dolayı değil, bu yurdun, bu halkın yararına veya zararına yaptıkları işlerden hesap versinler.
Biz istiyoruz ki koltuğa ısınmış beş on hazır yiyicinin keyfi, menfaati değil, milletin hayrı düşünülsün.
Namuslu olmak ne kadar zor şeymiş meğer! Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalıydı?
Genç arkadaş… Müdafaa edilecek fikirleri olmadığı için her türlü fikre düşmanlık edenleri ve etraflarına sadece kabiliyetsiz, cahil sürüler toplamak isteyenleri arana sokma… Seni aldatarak alçakça işlere oyuncak etmek isteyen düşmanınla, sana hakikati söyleyen dostunu birbirinden ayırmasının bil! Bunu senin zekandan ve namusundan bekleriz.”
Biz milyonların yararını düşünen yöneticiler istiyoruz. Oysaki içinde olduğumuz bu süreç zekâ ve namus yoksunları tarafından, vatandaşa zorunlu olarak haklı bir direniş yarattı...
Hukukun vatandaşı zorladığı, ihlal edildiği her yerde vicdanın ve adaletin sesi olma sorumluluğunu toplum olarak birlikte taşımak zorundayız.
Ekrem İmamoğlu’nun da hukuka aykırı biçimde tutuklanması, yalnızca kişiye yönelik bir adım değildi; toplumun iradesine, savunma hakkına ve hukukun kendisine yöneltilmiş bir tehditti.
Bu süreçte, susmak, yalnızca kendimize değil, adalet arayan herkese ihanet olur! Baskının arttığı, ifade özgürlüğünün daraldığı, yargının siyasallaştığı bir dönemde cesaret hepimiz için aydınlık günlere geçiş köprüsüdür.
Korkuya rağmen konuşabilmek, hakikatin yanında durabilmektir. Bu koşullar bizi susturmak istese de, toplumu adaletten mahrum bırakmaya çalışsada baskılara karşı direnmek, susarak değil, direnerek, dayanışarak ve hakikati ısrarla söyleyerek büyüyecektir. Hakikati söylemek, korku iklimine karşı haklarımızı savunmak sorumluluğumuzdur.
Siyasi zorbalık: Demokrasinin gölgesindeki karanlıktır!
Siyasi zorbalık, bir birey veya grubun siyasi gücü kullanarak başkalarının haklarını kısıtlaması, özgürlüklerini ellerinden alması ve toplum üzerinde baskıcı bir rejim kurmasıdır. Bu durum, genellikle demokratik değerlerin ve insan haklarının çiğnenmesiyle sonuçlanır.
Siyasi zorbalığın temel özellikleri içinde;
- Güç Kullanımı: Zorbalar, siyasi, ekonomik veya askeri güçlerini kullanarak istediklerini yaptırırlar.
- Korku Üretme: Toplumda korku ve güvensizlik ortamı yaratır, böylece insanlar karşı çıkmaktan çekinirler.
- İnsan Haklarının İhlali: Düşünce, ifade, toplanma ve örgütlenme özgürlüklerini kısıtlar.
- Medyanın Kontrolü: Haberleri manipüle eder, muhalif sesleri susturur.
- Adalet Sisteminin Çarpıtılması: Yargıyı kendi çıkarları doğrultusunda kullanır.
- Kutuplaşma: Toplumu farklı gruplara ayırır ve bu gruplar arasında düşmanlık yaratmak yer alır…
Siyasi zorbalığın sonucunda, toplumsal çürüme eğitim, sağlık gibi temel hizmetlerde gerileme olur. Ekonomik durgunluk, göç gibi sorunlara neden olur.
İnsan kayıpların neticesinde siyasi çatışmalar, savaşlar ve zulüm sonucunda birçok insan hayatını kaybeder.
Uluslararası izolasyon zorba rejimlerin yarattığı etkiler neticesinde ülkeler tarafından dışlanan ve ekonomik yaptırımlarla karşı karşıya kalır.
Çocuğundan, gencine, kadınına, erkeğine, yaşlısına kadar düşmanca bir dönemde yaşamaya devam ediyoruz. Düne bakıp hiç mi akıllanmadık? Bu ülkenin evlatları olarak, sürekli stres içindeyiz. Adaletsizliğe, hak yemeye, depreme, zehirlenmeye, fukaralığa, çevre felaketine, üçkâğıda, öğretmenine, öğrencisine, emeklisine, yeni doğan bebeğine, sınav haksızlıklarına, işsizlere, gençlere, tecavüzlere, kurye ölümlerine, doğamızın tahrip olmasına, toprağımızın ve havamızın kirletilmesine, barajından deresine ağladığımız kahrolduğumuz ve üzüntüden hasta olduğumuz bu dönemler artık bitmeli!
Ya işçiye, emekçiye, halka dayatılan yoksulluğa, düşük ücretlere ve hayat pahalılığına razı olacağız ya da birleşerek insanca yaşamı ve demokratik bir geleceği inşa edeceğiz!
Ülke dingonun ahırı mı?
Emniyet güçleri, kendilerine verilen talimatlar gereğince kamu düzenini korumakla mükelleftir. Talimatlar dışında canının istediğini yapamaz, orantısız güç kullanamaz. Kamu düzenini ve kamunun güvenliğini yasal sınırlar içinde kalarak koruyabilirler.
Genç insanların adaletsizlik sorununun farkına varması suç mu? Gençler yaşam cenderesinde yaşamak zorunda mı? Hakları, gelecek kaygıları için protesto haklarını kullanmak neden sıkıntı yaratıyor?
Gençlik ne istediğini biliyor!
Emniyet güçleri görev sınırlarını zorluyorsa, kişisel hezimetini düşmanca bir beden diline çeviriyorsa, halka şiddet uyguluyorsa, İktidarın sürekli şiddeti kullandığı yönetim sürecine bakacak olursak, sanırım ülkenin hukuk devleti mi yoksa dingonun ahırı mı olduğu sorusunu sormakta epey geç kalmışız…
#yahepberaberyahiçbirimiz
Çünkü meselemiz memleket meselesidir. Birlik, beraberlik, içinde olmaktır meselemiz. Özgürlüklerimizi korumak, insanca yaşam haklarımıza ulaşmak, hak, hukuk, adalet meselesidir! Haksızlığa, kumpaslara karşı mücadeledir meselemiz!
Yeni bir başlangıç için hazır mıyız?
Sağlık ve sevgiyle kalın.
Aydan Tuncayengin
www.aydantuncayengin.com