Belma Doğan

Belma Doğan

Hayatın Sihri
belmadogaann@gmail.com

Bir Göcek Yayla Göçeri Paris'te -2-

09 Aralık 2021 - 17:41 - Güncelleme: 09 Aralık 2021 - 18:05

Paris Hareketli Bir Şölen
Henüz gün bitmemişti, Orsay müzesinde geçirdiğim müthiş saatlerin sarhoşluğuyla çıkmıştım dışarı. Keşfedilecek ne çok sokak, gidilecek ne çok yer var Allahım.
Sabah metro ile geldiğimden nerede olduğumu tam anlayamamış, Seine nehrini pencereden bakınca görmüştüm. Seine nehri boyunca yürümek, köprülerin güzelliğini incelemek, Eyfel(Eiffel) kulesini görmek için sabırsızlanıyordum. Müzenin yanındaki yolu geçince karşılaştım nehre yansıyan ışıkların dansı ile, henüz ruhum sıyrılamamışken içeride boyandığım renklerden. Öylece kalakalmıştım karşısında, seyre daldım günün kızılımsı batışına nehrin sularında, hayran olmuştum. Sol tarafımdaki sonbahar ağaçlarının hemen yanında gördüm sarımsı eski doğal taşlı geniş merdiveni, basamaklardan dikkatlice indim. Malum biraz sakarlık var ya, alışmıştım sevdiklerimin aman dikkat deyip bana siper oluşlarına.
İş çıkışı insanlar birer birer toplaşmaya başlamışlardı, kimi banklarda oturuyor, kimi spor kıyafetleriyle yanımdan koşarak geçiyor, kimi ise nehrin duvarları üzerinde kulağıma gelen gülüşleriyle sohbet ediyordu. Filmlerde de parklarda sık sık gördüğümüz kahverengi kağıt poşetler içinde sandviçler, kekler, küçük kutularda rengarenk macaronlar, yanında içecekler. Macaron ilk kez burada üretilmiş, Ladurée, Louis Ernest Ladurée tarafından 1862 yılında kurulmuş bir fırında, yıllarca tek bir şube ile satışlarına devam etmiş, sonrasında ünü Paris dışına taşmış, bu bilgiyi de buraya sıkıştırıvereyim. Yorulsam da metro ile dönmeyecek Concord meydanını yürüyerek bulacaktım. Her sokağın başında karşıma çıkacak sürprizleri kucaklamak istiyordum. Zaten bu sokaklarda tarihin sayfalarında kayboluyordu insan. Concord meydanının tersi yönünde gittiğimi bile bile Seine nehri kıyısı boyunca yürümeye başladım. İşte Eyfel kulesi görünmeye başlamıştı bile, adımlarımı daha da sıklaştırmıştım heyecanla. Her gün onbeş, yirmi hatta yirmibeş kilometre yürüsen, ayakların sızlasa da hissetmiyordun bunu, dalınca bu şehrin güzelliklerine, bayram ederken gözlerin.

Benim görmeye can attığım Paris’in sembolü Eyfel kulesini yapıldığı yıllarda Parisliler istememiş biliyor musunuz. Göze batan bir çirkinliğe sahip olduğunu düşünüyorlarmış. Sanat dünyası ise “trajik bir sokak lambası, devasa iskelet, fabrika bacası" gibi benzetmelerde ve ince imalarda bulunuyormuş. Hatta kaldırılması için ünlü sanatçıların da imzaladığı bir kampanya başlatılmış.
Fransız yazar Guy de Moupassant da karşı çıkanlardan biriymiş. Ama kule bittikten sonra da her gün Eyfel’in içindeki Cafe’ye gitmeye başlamış. Bu davranışına anlam veremeyip nedenini sorduklarında “Paris en güzel buradan görünüyor, Eyfel kulesinin de görünmediği tek yer de burası” demiş. Aslında 320 metre yüksekliğindeki Kule Fransa’nın gücünü ve endüstriyel yeteneklerini göstermek amacıyla 1889 yılında mühendis Gustav Eiffel tarafından Fransız Devrimi’nin yüzüncü yıl kutlamalarının anısına Dünya Fuarı için geçici yapılmış. Yıkılmasına karşı çıkan Gustav Eiffel eserini savunmuş, bilimsel faydasını kanıtlamak için de büyük çaba sarfetmiş. Kulenin tepesine bir anten kurarak kablosuz telgrafı bile denemiş, meteorolojik deneyler için de meteoroloji bürosu ile işbirliği yapmış. Kulede bulunan antenler Birinci Dünya Savaşında düşman istihbaratını yakalamak için kullanılmış. Askeri fayda sağlaması ve bilimsel çalışmalarda kullanılması Parislilerin fikrini değiştirmesine neden olmuş. Azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz dedikleri bu işte. Deyim yerindeyse Eyfel kulesini çirkin ördek yavrusu gibi gören Parisliler sonunda onu bağırlarına basmışlar. Dünya fuarında yapılan yarışmada da 700 farklı tasarım arasından birinci seçilmiş. Fransa’nın dünyadaki sembolü şimdi, aşkın, romantizmin, hem de her yıl milyonlarca turist ağırlıyor.

Ee bu kadar ansiklopedik bilgi yeter, hadi gelin biz ışıltısını konuşalım. Şöyle bir bakınca Eyfel kulesinin en güzel görüntüsü de buradan sanırım diye düşündüm. Tekneler sessizce süzülürken ardında V şeklinde iz bırakarak, Eyfel kulesinin sarı ışıkları Seine nehrinin duru suyunda titreşirken, kelime bulamamıştım bu güzelliği tarif etmeye. Boşuna “Işık Şehir” (Ville Lumiere) olarak adlandırılmamış bu sanat, moda ve lüksün başkenti Paris. Her köşede resmediliyordu hayat verilen pozlarda...
Ardında Eyfel kulesi, köprüye yaslanmıştı bukleli sarı saçları, uzun boyuyla güzel bir genç kız, bebek suratlı bir genç çekiyordu fotograflarını üstüste, kızların fotoğrafını bir kez çekmek yetmez dedim kendimi de bilerek. Tabii ikisinin birlikte fotograflarını da ben keyifle çektim, aşkı anlatırken onlar Eyfel’e karşı. Akşam güneş battıktan sonra Eyfel kulesinde her saat başı ışık gösterisi olduğunu onlardan öğrendim. On dakika vardı başlamasına, beklemeye koyulduk. Lazer gösterisi ve tüm kulenin ışıl ışıl yanıp sönen ışıklarıyla tam bir görsel şölenin içinde bulmuştuk kendimizi. Beş dakika süren bu muhteşem şovdan, üçyüzaltmış derece dönen fenerin ışığından gözümü alamamıştım. Ernest Hemingway dediği gibi “Paris hareketli bir şölen”. Süsleyince çocukluk hayallerimi, ilk görmek istediğim şehir olmuştu Paris 1995’te...

Eyfel kulesine çok yakın olan otelimize yerleşir yerleşmez yürüyerek götürmüştü rehberimiz bizi kulenin hemen altına. Aman Allahım sadece bir çelik yığınıydı, tren raylarını dikmişler havaya diye anlatacaktım dönüşümde, müthiş bir hayal kırıklığıydı bu. Ama gece ışıltılı haliyle dönüşüveriyordu büyülü bir masala. Uzaktan bakacaksın Eyfel’e, ya da tepesine çıkıp Paris’in inanılmaz güzel manzarasını seyredeceksin. Gerçi hemen yanındaki parkta çimlere uzanıp, onu bulutlar kayarken seyretmek te güzeldi. Piknik yapan insanlarla doluydu burası. Çevresindeki sokaklar, cafeler yine anlatıyordu Paris’in coşkusunu ve eşsiz atmosferini. Paris’in iki yakası, Seine Nehri üzerindeki irili ufaklı 37 köprü ile birleştirilmiş ve şansa bakın ki ben en güzeline, en görkemlisine rastlamıştım. Adeta mücevher gibiydi, bir anda durmuş hayranlıkla bakakalmıştım, köprünün her iki girişinde sağlı sollu yüksek kaideler üzerinde duran altın sarısı heykellere.

Yerdeki rengarenk sonbahar yapraklarını ayaklarımla savurarak giderken, göründü Eyfel kulesinin üst kısmı uzaktan, heyecanlanmış adımlarımı sıklaştırmıştım. İşte o anda rastladım 107 metre uzunluğunda, 40 metre genişliğinde bir mücevheri andıran Alexander III köprüsüne...
Tam bu noktada sohbet etmeye başladık iki güzel genç kızla, Paris’e ilk kez gelmişler Fransa’nın Güney’inden, onlar da Erasmus programında imiş. Ziyaret nedenimin bir düğün olduğunu öğrenince, ah ne romantik deyip tatlı tatlı gülüştüler. Seine nehri boyunca yürüdüğüm yolu unutmuş, köprünün içine dalıvermiş, saatlerce de ayrılamamıştım buradan. Art Nouveau tarzında yapılmış lambaları, melekleri, kanatlı atlardan oluşan süsleriyle Paris‘in en görkemli, en güzel köprüsünün tam ortasında idim işte.

Dünyanın en eski köprülerinden biri olan Alexandre III Köprüsü, 1800’lerde Fransa-Rusya birliğinin ardından yapılmış, dönemin Rus Çarı II. Nicolas’ın babası Çar III. Alexandre’ın adını almış. Köprünün tam ortasında, her iki tarafta bulunan heykellerden biri Seine Nehri’ndeki, diğeri de St. Petersburg’taki Neva Nehri’ndeki sirenleri temsil ediyormuş. Kenarlarındaki süslemelerle de çok estetik görünüyordu. Nihayet köprüden çıkabilmiş, Concord Meydanına doğru yol almaya başlamıştım.
Yol boyunca bir tarafımda ışıklarla kıpraşan Seine nehri, diğer tarafımda tarihi dokusuyla çiçeklerle süslenmiş rengarenk Fransız balkonlu dört beş katlı evleri ve de sevimli çatılarıyla şehrin ışıkları. Evler birbirine yaslanmış, birlikte yaşlanmış ne de güzel duruyorlardı öyle...

Pencerelerden görünen el işi dantel perdelerse beni benden alıyor, hayal etmesi bana kalıyordu içindeki sımsıcacık yaşantıyı, hoş sohbetleri, kadeh tokuşturulan cheers saatlerini..
Eminim içeride büyükanneden kalma kadınsı hatlı bir masa, şöminenin tam karşısında büyükbabanın ahşap kollu sallanan koltuğu vardır, şöminenin içindeki odunların çıtırtısı duyulurken, “la vien rose” şarkısını söylüyordur Edith Piaf. Hayatın Sihri işte....

Aşk ve romantizmin simgesi Paris’in sokakları da hep canlı, hep kalabalık, hep renkli, hep coşkulu. Bırakın dans edeyim sabahlara dek....

Bu yazı 1255 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 2 Yorum
  • Erden Seyman
    2 yıl önce
    Paris’i ilk gördüğümde film sahnelerini aramıştım zarif ve kibar insanları kafelerde otururken hayal etmiştim. Zamanla heryerin kozmopolit bir yapıya sahip olmasının elbette Paris’e de yansıması da olumsuz olsa da Paris sizin anlattığınız gibi ihtişamıyla hala büyülemeye devam ediyor size çok teşekkür ediyorum bize Paris’e hatırlattığınız için.
  • Belma Doğan
    2 yıl önce
    Çok teşekkür ederim, ne mutlu bana kalplere küçük te olsa bir ışıltı serpebiliyorsam