HATIRLAMA BAHÇESİ ÖNDE BOŞ KALAN İKİ KOLTUK…

HATIRLAMA BAHÇESİ ÖNDE BOŞ KALAN İKİ KOLTUK…

 HATIRLAMA BAHÇESİ ÖNDE BOŞ KALAN İKİ KOLTUK…
03 Ekim 2021 - 13:40
Lise son sınıfa gelmiştik. Ortaca’da 1973’te başlayan okul maceram 1980’de bitecekti. 17 yaşında bir delikanlıydım. Bu küçük kasaba da bizimle birlikte büyüyor genişliyor, daha da güzelleşiyordu. Kasabanın orta yerinde Pazar vardı ve çok eskiden kurulmuştu, ama dış mahalleler yeniydi ve hala bir köy havasından kurtulamamıştı. Her yer; narenciye bahçeleriyle çevrilmişti. Sözgelimi bir "Vali Bahçesi" vardı ki, ucu bucağı belirsizdi. Ağaçlarin başında dallarını kıracak kadar çok portakal olurdu başında.
Sonbahar hem zeytinin, hem pamuğun hem de portakal, limon, mandalinanın hasat mevsimiydi. Bu dönem, ciftçilerin cebi biraz para görür, düğün hazırlıkları için gelin damat adayları Ortaca’da Pazar gezmelerine gelirdi. Gelin ve damat adaylarının çevresinde görümceler, eltiler, birbirlerine sokularak, yüksek sesle konuşarak alış veriş yaparlardı…
Yüzyıllar boyunca bu gelenekler yaşatılıyordu. Belki de gelin damat o günü hep gülümseyerek hatırlayacaklardı…
Nisan ayı geldiği zaman, kasabanın her tarafı, sanki kolonya ile yıkanmış gibi; limon çiçeği, portakal çiçeği kokardı. Bu koku bizim gençlik ateşimizle buluşur, saçlarımızı suyla ıslar, sağa ya da sola yatırır, kasabanın içinde artistler gibi dolaşırdık. Ne güzel çocuklardık biz!
Gençlik ateşiyle olsa gerek, dünyanın güneş etrafındaki turları da mı hızlanmıştı ne? İlk o zamanlar okul tuvaletinde sigarayı denemiştik. Tuvaletin kapısında birimiz nöbet tutup, diğerlerimiz kasabaya doğru üflüyorduk halka halka dumanları. O ne büyük heyecan ve keyifti anlatamam. Hem korkuyor hem de yapmaktan geri kalmıyorduk. Arada bir nöbetçi öğretmen geliyor, tuvaleti basıyor, biz de orayı kısa sürede terk ediyor, kadın öğretmenlerin nöbet tuttuğu tuvaletlere göç ediyorduk.
Kimi zaman okulun yasaklarını çiğnemek bize çok büyük keyif verse de, lise diploması almak için de ceza almamak gerekiyordu.
O sıralarda Türkiye hızla 12 Eylül’e doğru sürükleniyordu. Ortaca’da da yavaş yavaş silahlar patlamaya başlamıştı. (Bu başka bir yazının konusu olsun. Bu konuda yazacak çok şey var)
O yıl okulumuza çok genç bir sosyal bilgiler öğretmeni gelmişti. Adı Ahmet Varol’du. Mavi boncuk gözlü, sarışın, sırım gibi zayıf bir delikanlıydı. Sanırım daha çok ortaokulda görev yapıyordu. Çok aktif yerinde duramayan bir öğretmendi ki, bir tiyatro eserini sahneye koymak için çalışmalara başladığını duydum.
Oyunda rol alacak öğrencileri seçmeye başlamıştı. Edebiyat kolu son sınıf öğrencileriydik ki, elekten süzülen, dersleri iyi olmayan ne kadar haylaz öğrenci varsa Edebiyat şubesine toplanmıştık. İki yıllıklar, üç yıllıklar, yaşı neredeyse 20’yi bulanlar bile vardı. Sözgelimi bizim sınıfta Şahap Türk vardı ki, bana “Damat” diye seslenirdi. “Kızımı vereceğim sana” derdi. Şahap’la yan yana durduğumuz zaman karşıdan baba-oğul gibi görünürdük. Okulun en hıra öğrencilerinden biriydim. Hatırladığım kadarıyla 51 kiloydum… Kimi zaman rüzgar önünde bir kuru yaprak gibi sürüklendiğim olurdu. Rüzgâr deyip geçmeyin, kimi zaman Ortaca’da öyle bir rüzgâr eserdi ki, ağaçları kökünden söküp atardı.
Zaman dediğimiz o her şeyi silindir gibi ezip geçen şey, yıllar içinde ilk doğayı değiştirdi, sonra; dağları, taşları, suları, ovaları, bitki örtüsünü değiştirdi. O lökeşeler, yaban ördekleri, yaban kazları, yaban güvercinleri yeri yurdu terk edip başka ülkelere gittiler ve bir daha hiç bu ülkeye dönmediler.
Ahmet Hocanın sahneye koyacağı tiyatronun oyuncularının çoğu bizim 6 Edebiyat A sınıftan seçilmişti. Şükrü Kundakçı, Mehmet Babür, Fatih Karabulut, Nevin Yılmaz, Nurşen Korkut, Ramazan Töz, Şahap Türk…
Ben biraz geç duymuştum… Çalışmaya çoktan başlamışlar, rolleri de dağıtmışlardı. Çalışma sonrası Ahmet Hocanın yanına vardım, “eğer hala oyuncu eksiği varsa ben de oynamak istiyorum Hocam!” dedim. Yüzüme baktı “geç kaldın, rolleri dağıttık”, dedi. “Ama senin adını alayım biri ayrılırsa seni çağırırım” dedi…
Gerçekten çok üzülmüştüm. O gün üzüntüyle dolaştım. Bir yandan da içimdeki umudu taze tuttum. Birkaç gün sonra Ahmet Hoca beni çağırttı. “Yardımcı oyunculardan biri ayrıldı, yerine oynar mısın…” dedi. Rolün niteliği önemli değildi, önemli olan sahneye çıkabilmekti. “Tabi ki oynarım” dedim sevinçle…
Gogol’un “Müfettiş” adlı oyununu oynuyorduk. Ben Müfettiş sanılan Hlestakov’un uşağı Osip rolünde olacaktım. Hlestakov; Şükrü Kundakçı’ydı.
Olay bir kasabada geçiyordu. Kasabayı denetleyecek bir müfettiş beklenirken handa yedikleri ve içtiklerini ödeyemedikleri için rehin kalan bir memur ve uşağın hikâyesi trajikomik hikayesiydi. Bu iki kafadar, kasabada Müfettiş ve yardımcısı sanılacak, başta kaymakam olmak üzere bütün kasabayı dolandıracaklardı.
Ben de çalışmalara hızlı bir şekilde dahil olmuştum... Öğleden sonra olunca Ahmet Hoca bizi boş bir sınıfta ya da atölyede topluyor, çalıştırıyor, çalıştırıyordu. İlkin tekslerden okurken yavaş yavaş ezberlemeye ve hareketlenmeye de başladık. O kadar çok çalıştık ki, sadece kendimizin rolünü değil, diğer arkadaşlarımızın rollerini de ezberlemeye başladık.
Ahmet Hocamızın dediğine göre, sene sonunda bir okulumuzun öğretmen ve öğrencilerine oynayacak, bir de Ortacalılara oynayacaktık… Her iki oyunu da o dönemin meşhur ŞATO SİNEMASI’NDA oynayacaktık. Yılsonuna doğru heyecan ve gerilim artmaya başladı. Kim bilir ne kadar kalabalık olacaktı? Kimler gelecekti.
Günler su gibi gelip geçti. Ahmet Hoca ön sırayı anne ve babalarımıza ayırmış, her birimize ücretsiz iki davetiye vermişti. “Onlar protokolden olsunlar ve evlatlarıyla gurur duysunlar” demişti.
Bir hafta sonu köye gittim ve durumu anneme anlattım. “Ta Ortaca’ya nasıl geleceğiz a oğlum. Hem gece oyundan sonra nasıl döneceğiz” deyince içimde derin bir kırılma oldu. Annem üzüldüğümü görünce “Sen yine de babana söyle” dedi. Akşam yemeğinde tüm hünerlerimi ortaya koyarak babama oyundan söz ettim, ancak babam da oralı olmadı. Çok üzüldüm, oysa benim için ne kadar değerliydi orada olmaları. Benimle gurur duysunlar istiyordum. Babam yine kesin bir şey söylemedi. “Dur bakalım hele o gün bir gelsin” dedi. İçimdeki umudu yitirmedim.
Biletler satışa çıktığında çok kısa sürede satıldı. Özellikle Ortaca halkı büyük bir ilgi gösterdi oyunumuza… Ahmet Hoca sahne konusunda müthiş yetenekli ve yaratıcıydı. Günler öncesinden sahne provalarına başladık. En son Şato Sinemasının perdeleri yapıldı, sahne düzenlemesi yapıldı. Orada provalara başladık…
“Sayılı gün çabuk geçer”, derler, belirlenen tarih de geldi çattı. İlk olarak öğretmen ve öğrencilere oyun için çıktık. Sahne gerisinde hepimiz çok heyecanlıydık, yalnızca o heyecanı yaşamak bile bizim hayatlarımızda büyük devrimdi.
Oyun bir komediydi ve kimi zaman salondan büyük kahkahalar yükseliyordu. Oyun bittiğinde öğretmenlerimiz de bizi ayakta alkışladı. Kimisi sarılıp sarılıp öptü. Ahmet Hocam da oyunun çok iyi geçtiğini, birkaç hata olsa da bunun genel havayı bozmadığını söyleyip, bizi serbest bıraktı.
Sinemanın dışında arkadaşlar bekliyordu ve her birimizi ayrı ayrı kutluyorlardı. “Edebiyat sınıflarından bir şey olmaz” diyenler bile gelip bizi kutluyordu. O an duyduğum o büyük heyecanı hayatımın hiçbir evresinde bir daha duymayacaktım…
O an kendimi film artistleri gibi meşhur hissetmeye başlamıştım. Kasım kasım kasılarak yürüyordum. Ama asıl önemli olan akşamdı. Nasıl geçecekti. Bu kez halka oynayacaktık. Biletler bitmiş, sinema sahipleri kenarlara sandalyeler eklemişti. Perde arkasında oyun saatini titreyerek bekliyorduk. Arada bir perde aralığından salona bakıp daha da heyecanlanıyorduk. Arkadaşlarımın anne ve babaları gelip yerlerini almışlardı, ama bizimkiler yoktu. İçimde bir sürpriz yapacakları inancıyla iki bileti de kimseye vermemiştim. Sahne tamamen kapanmıştı artık ve ilk gong çalmıştı. İkinci gongta salon ışıkları söndürüldü. Üçüncü gongda perde açıldı…
Sahneye ilk çıkışımda annem ve babam için ayrılan koltuklar gözüme takıldı ve tüm bildiklerimi unuttum. O anı anlatamam. Sahne ortasında dondum kaldım. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Süflör sesleniyor, rol arkadaşım Şükrü Kundakçı söylüyor, o arada; kendine gel Erdal, hayat devam ediyor, hem de her şeye rağmen devam ediyor. Şimdi en iyisini oynamalısın” dedim, kendi kendime ve yeniden oyuna dikkatimi vermeye başladım.
Oyun bittiğinde alkıştan sinema yıkılıyordu ve herkes ayaktaydı. Protokoldeki arkadaşlarımın anne ve babaları ağlıyordu. Kaç kez alkışla sahneye çağırdılar. En son Ahmet Öğretmenimizi de aramıza alarak halkı bir kez daha selamladık…
O gece alkıştan Ortaca adeta yıkılmıştı. Kendi çocuklarının bir şeyler yaptığını gören Ortacalılar bizi evlatları olarak görmüşler, o nedenle gururla izlemişlerdi.
O günü ömrüm boyunca hiç unutmadım, unutmayacağım… Benim için gece, hem en büyük sevinç; hem de en büyük üzüntü olmuştu… Sahneden ayrılırken o iki boş sandalyeye bir kez daha baktım. Çok çok üzüldüm, hayatım boyunca çıktığım sahnelerde, ne diploma törenlerimde, ne askerlik yemininde, ne başarı ödüllerimde annem ve babam yanımda olmayacaktı, ama olsundu… Onların beni okutmaları yeterliydi. Hele hele babamın: “okuduğun yere kadar okutacağım seni, bunun için gerekirse sırtımda un çuvalı taşıyıp hamallık yapacağım” demesi benim için en büyük destek değil miydi? Onlara her şekilde minnettardım…
Ertesi günü, Dalaman ve Köyceğiz’de de oyunu sergilemeyi beklerken, olaylar nedeniyle buna izin verilmemişti.
Ahmet Hoca, masrafları çıktıktan sonra kalan parayla bizi pikniğe götürme sözü vermişti.
“Bir iki gün içinde Dalyan Kaunos’ta piknik yapacağız, herkes o güne kadar ailesinden izin alsın…” dedi.

Erdal Atıcı
3 Ekim 2021

 
Bu haber 353 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR x
ismail Adin vefat etti.
ismail Adin vefat etti.
Çiftçilere Uzmanından Kene Uyarısı
Çiftçilere Uzmanından Kene Uyarısı