Paris'ten Asteriks'e

Belma Doğan belmadogaann@gmail.com

Paris’ten Asteriks’in köyüne...

 

Kes bir bilet kondüktör cam kenarı olsun, Rennes’e vardığımda da ayıktır beni, yoksa dalar giderim şimdi ben bu büyülü dünyaya.

 

Bir keresinde Amsterdam’dan Genevre’ye yataklı tren ile dönüyorduk. İçinde sevimli bir kafesi, cam önünde karşılıklı iki koltuk ortada üstü parlak kırmızı yuvarlak masaları olan.  Ne de şirin bir kompartıman, kapıdan girer girmez solda bir lavabo, sağda ranzalı yatak, hemen üstteki yatağa atmıştım kendimi. Hava kararasıya kadar gözümü alamadan manzaradan, ta ki görüntümüz aksedene kadar cama.  “Uyan uyan kalk da bir bak” sabah arkadaşımın heyecanlı sesiyle kalkmış, kompartmanı alabildiğine kaplayan kocaman camdan dışarı hayretle bakmıştım. On gün önce bahar dallarıyla bıraktığımız Cenevre karlar altında, heryer bembeyazdı. Tren durduğunda hala fotoğraflıyordum, “hadi hadi bak kalırız burda” demese devam ederdim herhalde, artık bir sonraki durak her neresiyse.  Almanya mı İsviçre mi diye sorulduğunda, Alp Dağlarının eteklerinde, Leman Gölünün kıyısına kurulmuş güzel şehir, Cenevre demiştim tereddütsüz. Çalıştığım kurum göndermişti buraya BCP’a staja. O yıl şanslı yirmiiki kişiden biri bendim, şanslı diyorum, aslında kıstas başarı idi.

 

Peki siz de sever misiniz trenleri?

 

Ben bayılırım cam kenarında seyahate; mavinin, yeşilin, beyaz bulutların içinde özgürce dolaşmaya. Ne çok cam kenarı diyorum ya.

 

Tren deyince çağrışım yaptı, ilk yaptığım yağlıboya tablo da trenli idi, hem de romantik, “Mutluluğun Resmi” dedim ben ona. Durun hemen burda bir paylaşıvereyim. Elimde fırça halimi görmeliydiniz, coştum da coştum, adeta resmin içine girdim, duygusuna büründüm, elindeki çiçeklerin kokusunu aldım, onunla uyudum, onunla uyandım. Şimdi antrenin duvarında asılı, kapımdan giren dostlarımı o karşılıyor enerji saçarak.

Bu arada tren şimdi kimi zaman bir kasabadan bir köyden geçiyor, bazen de otlayan hayvanlarla bolca yeşilden. Hani o çatılarını sevdiğim masalsı türden evler görüyordum uzaktan. Manzaradan gözümü ayıramıyordum ki, ya bir şey kaçırırsam.

Fotoğrafını çekmeye fırsat bile bulamadan hızla geçiveriyordu bütün bunlar, film şeridi gibi, hayat misali.  Bir önceki sahneye dönmek ne mümkün, doyasıya yaşadıysan senindir. Yavaşlasan biraz makinist diyesim geliyor en şirin halimi takınarak.

 

Kağıt torba içinden özenle çıkardığım çikolatalı kruvasandan da bir ısırık almıştım kahvemi yudumlarken. Paris’ten ayrılmış Galyalılara doğru yol alıyorum, Fransa’nın 18 bölgesinden biri olan Bretonya’ya. Tabii Fransa Paris’ten ibaret değildi, her ne kadar en bilinen şehri o olsa da. Güneyde Akdeniz'den kuzeyde Manş Denizi ve Kuzey Denizi'ne, doğuda Ren Nehri'nden batıda Atlas Okyanusu'na kadar yayılan topraklarıyla Altıgendi (L'Héxagone) Fransa.

Cam kenarında, kitabım elimde, seyahatlerde hep bir kitap olur yanımda, ama bi sorun bakalım, okuyabilir miyim?  Hem kitap okumada sorunluyum, konsantre olamaz bazı paragrafları döner döner okurum, ama içine alıveren kitaplar başka.

Bi de izlemekten alamam kendimi doğayı, insanı, çiçeği, böceği, renkleri. Na’pim zıp zıp zıplar benim zihnim oradan oraya. Okurken ben yazarım bir kaç kitap; seyrettiklerimi yaşanmışlıklarla harmanlayıp, hayallerimle yoğurup, gökkuşağıyla süsleyerek.  “Belma Hala, hala bu kitap mı elinde?” demişti yeğen bir seferinde Adana’ya her seyahatimde aynı kitabı elimde görünce.

 

Oh be, yüzümde koca bir gülümsemeyle hayalimin içindeyim işte.

 

''Mutluluk, herkes gibi yaşarken kimse gibi olmamaktır..' demiş Simone de Beauvoir, Fransız yazar ve filozof.

 

Nane limon yaptım kendime, üşümüş midem yüzeceğim derken, iştah açık, kışın yağlanmak da istiyor vücut.  Ne yesem dokunur şimdi; yıllar önce Bolu Varan tesislerinde denemiştim, tereyağ, bal, peynir de üstüne, öyle yaptım. O da ne sükseli otobüs firmasıydı 90’larda, ne havalı hissettirirdi öyle, eğitimli, pilotvari şoförleri, sürekli ikram yapan iyi giyimli garsonu. Bayılırdım hafta sekiz gün dokuz Adana’dan Bayramoğlu’na eğitime gitmeye. O tarihlerde kambiyo bölümünde çalışıyorum, lisanım var ya.  Swift, haberleşme sistemi yeni çıkmış proje grubu sık sık toplantıya çağırır, o biter mevzuat değişir, yok ithalat yok ihracat yok krediler derken değme keyfime. Kaymaklı ekmek kadayıfı dedikleri türden, hem seyahati hem eğitimi seven biri için.

 

Konuyu dağıttım yine, kondüktör haber vermedi ama yol bizi Rennes’deki aileme getirmişti. Heyecan doruktaydı. Rennes Bretonya bölgesinde bir şehir, hikayesi tüm dünyada bilinen Asteriks (Asterix)’in memleketi.

İlk dakikalardı Bretany Bölgesini tanımak isteyip sorular sorunca elime tutuşturulan kitap Asteriks (Asterix) idi, direniş, cesaret, basitlik ve gülmenin temsilcisi.

Bilirsiniz, Roma İmparatorluğu ile savaşan Galyalı savaşçıları anlatan dünyaca ünlü efsane Fransız çizgi roman dizisi. Senarist René Goscinny ve karikatürist Albert Uderzo yaratmış bu gerçekte var olmayan köyü ve karakterleri.  Galya’nın tamamı Romalılar tarafından işgal edilmiş, sadece etrafı Roma kamplarıyla çevrili de olsa bu köy direniyormuş. Romalılar doğaüstü güçler bahşeden sihirli bir iksir yapabilen Büyüfiksi ele geçirip köyü yoketmek istiyorlarmış, eski çevirilerde adının Hokuspokus olduğunu görmek güldürdü beni.

“Trenden iner inmez kısa boylu küçük adamla gözgöze geldiğimde hemen anladım, onun Galyalılara liderlik eden zeki, kurnaz Asteriks olduğunu.  Asteriks ile yakın arkadaşı tombul Oburiks tren garına beni karşılamaya gelmişti, ne iyi huyludur o. Ama topladığı otlarla sihirli iksirler yapan Büyüfiksi göremeyince biraz sitem ettim doğrusu.”  Şaka şaka karşılamaya gelen tabii ki Fransız ailemdi.

 

Anlayacağınız yolum şaşırtıcı şekilde sihire çıkmıştı yine. Ben hala şaşırıyorum, ya siz?

 

Dün akşam bir film izledim, o da Paris’te sonlanmaz mı, Amerikan-İngiliz yapımı bir film. Duygular dibine kadar çöktü içime, kalbimi ısıttığı kadar da dağladı da. “Senden Önce Ben” (Me Before You) filmin ismi, Jojo Moyes’un aynı adlı kitabından beyaz perdeye uyarlanmış.  Hayatındaki tüm renklerin griye dönüşüyle yaşama arzusunu kaybeden yakışıklı, karizmatik, centilmen Will rolünde Sam Craflin, insana yaşam enerjisi veren, gülen gözleri, renkli çorapları, değişik kıyafetleriyle sevgi kelebeği Lou rolünde Emilia Clarke. Kahkaha da var, gözyaşı da, son da, yeni başlangıç da.  O çok istediğini getirmişti Lou’ya hayat sihirlice. Paris’te bir cafede, sonra o çok sevdiğim Pont Alexandre köprüsünde bitmesi de günün sürprizi oldu bana, beklemiyordum.

 

Haftaya görüşmek üzere, aslında en sihirli kısmı sona sakladım, Rennes’de neler oldu neler....

 

Noktayı yine Nazım Hikmet Ran’ımız ile koyalım;

 

“Yeminimiz var hayat…”

Ne kadar inatlaşırsan inatlaş,

Yine de seni en güzel yerinden

Yakalayacağız…