Masalımsı... Rennes

Belma Doğan belmadogaann@gmail.com

Masal Şehirler

Paris’ten trenle iki saatte "Ille" ve "Vilaine" nehirlerinin birleşme mevkinde kurulmuş eski Brotenya Düklüğü'nun başkenti Rennes’e gelmiştik işte.

Tarih kokan sokakları, yeşilin her tonuyla danseden doğası, yemyeşil alanlarda durmaksızın otlanan keçisi, ineği ve çeşit çeşit ağaçlarıyla Rennes...  Kırsalı seven, yaşayan insanlarıyla; sımsıcacık karşılanmış, lisanımızla değil kalplerimizle anlaşmıştık.

Taş meydanları ve tarihi yapılarıyla güzel bir üniversite şehriydi. Bir sokaktan çıkıp diğerine dalıyorduk heyecanla, hava kararmaya başlamıştı hafif hafif, o sırada ulaştık geniş bir meydana. Aklım başımdan gitmişti yine, bir anda yanan ışıklarıyla beni içine çeken operanın ihtişamını görüverince, mutlulukla döne döne çektim videoyu, ey sanat.

“İşte Fransa’nın kuzeybatısına ait üç karakteristik özellik: Kelt geleneklerinin, Arthur efsanelerinin, tarih öncesi kalıntıların balıkçı köyleri ve ormanlara damgasını vurduğu bölge” diyordu rastladığım bir yazıda.

Keltler, tarih öncesi ve ilk çağlarda yaşayan, ürünlerin koruyucusu sayılan Tanrı’lara tapan, savaşçı ve avcı oldukları kadar mükemmel çiftçi de olan, gerek yaşama biçimi, gerek kültür yönünden özgün bir halkmış.  Yine doğa, Şamanları anlatırken de doğaya tapmalarından sözetmiştim hatırlarsanız. Arthur efsaneleriyse; Kral Arthur, Britanya mitolojisindeki efsanevi Camelot kralı.  Onun Sakson istilacılara karşı Kelt asıllı Britonların koruyucusu olduğuna inanılırmış.

Unutmadan Rennes metrosunun süpersonik makinistsiz vagonları olduğunu da ekleyeyim.

Bu kadar bilgi yeter ama değil mi?

Ertesi gün huzurlu, mutlu bir güne uyandık. Sihirlerin en büyük ve en anlamlısı o sabahtaydı.

“Bukle” derken işaret parmağımı da döndürerek anlatmaya çalışıyordum, ben Fransızca konuşamıyordum, onlar İngilizce. Üç sevimli kadının çalıştırdığı küçük bir kuaför dükkanıydı burası.

Bunca sihri yaşamama vesile olan beklenen gün gelmişti. Parmaklarının ucunda yürüyesi geliyordu insanın sessizce.  Beyaz elbisesi, elinde buketi kapıdan süzülerek çıkarken gelin, hafif hafif çiseliyordu yağmur, incitmeden. Uzun boyu geniş omuzlarıyla  siyah takım elbisesi içinde pek bir yakışıklıydı, ona doğru yürüyüp alnına bir öpücük kondurdu.

“Hayatın sihrine inanıyorum” diye başlamıştım konuşmama nikah sonrasında.

“Sihir tozu yağıp güneş aydınlatırken, yıldızlar buluştururmuş kalpleri,  dünyanın iki  ayrı köşesinden de olsalar... Kalpler bir olunca da mesafe saklanırmış“
Nikahı kıyan Belediye Başkanının da konuşmasında, pandemi dolayısıyla ayrı kalınmasına rağmen, diye vurguladığı gibi. Bu arada resmî kıyafeti ile kapıda hoşgeldiniz diye karşılayan Belediye Başkanı imiş, öylesine gençti ki, görmek isteyebileceğimiz türden.

Doğanın ihtişamı tüm hayatınıza yansısın.

Arabaların kollarına  tülden yapılmış minik beyaz fiyonlar bağlanırken, evin kapısına isimlerinin yazılı olduğu bir süs takılmıştı. Zaten doğa öylesine süslemişti heryeri, sarı, kırmızı, bakır rengi, altın sarısıyla, inanılmaz bir görüntüydü.

Herşey ve herkes zarif, ışıltılı, sıcacık, sade ama ihtişamlı idi...
Can yeğenim ve eşinin mutluluğunu paylaşıyordum. Şahit olmaya değil paylaşmaya gelmiştim, günü ışıtan güneş, geceyi parlatan yıldızlar şahit olmuştu onlara zaten.

Teşekkürler hayat... Sihrini gösterdin yine.

Arabayı kullanan neşeli teyzesi kornaya basarak ilerleyince neşem yerine gelmişti bu duygusal anlardan sonra. Demek ki korna çalmak onlarda da varmış, acaba biz mi onlardan almışız onlar mı bizden, sonuçta Adana Fransız işgali altında imiş. Biz de hala onlardan kalan kelimeler var, mesela arabayı geri sürmeye, “anarya gel” deriz, anarya Fransızca’da geri demekmiş, yeni öğrendim.

Kırsalın içinde yol alırken bir ev görününce, kornaya tekrar bastı ve dönüp tanıyoruz o evde oturanları dedi. O zaman anlamlandırdım, demek ki haber vermek için çalınıyordu korna.  Masal altından nehir akan unutulmaz bir mekanda devam etti.

Bu masalı masal şehirlerle süslemek yakışırdı. Ertesi gün Ortaçağdan kalma muhteşem bir şehir olan Fougeres ve Mont St.Michel’e doğru arabayla yola çıkmıştık.

Ruhu uçuran yaşanmışlık, sadelik, elli-yüz yıllık mimari mi acaba? Dantel perdeler, eski sarımsı kahverengimsi taşlar, bir fincan da kahve... Aşk merdiveni deriz biz, heryeri sarmış, buradaki adı Fougères, işte ismini bu bitkiden almış. Kendimi üzerinde yere kadar uzanan, belden kabarık, karpuz kollu, yakası beyaz dantelli bir elbise ile masalın içinde bulmuştum Fougères kalesinde.

Bretanya ve Normandiya bölgelerinin muhteşem manzarası eşliğinde uçsuz bucaksız tarlaları, iki katlı taş evleri ve meyve bahçeleri arasından ilerliyorduk.
Arabayı parkedip ring seferi yapan bir otobüsle oraya vardığımızda, Mont Saint Manastırı bütün ihtişamıyla karşımızda duruyordu.  Fransız yazar Guy de Maupassant’ın deyişiyle “devasa granit bir mücevher, oya kadar ince kuleler ve narin çan kuleleriyle dolu” bir manastırdır.

Gelgitlerin (metcezir) olduğu ilginç bir yerdi, etrafı bataklıkla çevrili olduğundan tek bir geçitle ulaşılabiliyordu. İçinde kilise, hapishane, hediyelik eşya dükkanları ve restoranlar vardı.  Hikayesiyle de omletleriyle de dikkat çeken tarihi dükkan “La Mère Poulard” hemen girişte idi.

Yorucu bir tırmanışın ardından, şöyle bir durup burayı ruhunda hissetmek için bir kahve molası vermek kaçınılmaz olmuştu.

O gün geçmişe bir yolculuk yaptık sanki, gezgin ruhum huzurda, akşam Rennes’e geri dönerken.
Bir rüyanın içinde salına salına dolaşmıştım bir süre içime sinesi.
Çılgın bir ruhun yansıması kocaman bir gülümseme asılı kalmıştı suratında Senegal’li taksi şöförünün ben havaalanında inerken...   Camı açıp saçarken coşkumu etrafa özgürce “Uyan Paris uyan, ben gidiyorum ama yine geleceğim”, önce şaşırmış sonra açtığı hareketli müzikle akmıştı o da güne...

Paris şehirlerin gülüdür. Şair, bu yüzden “gülüm” der ona, çünkü Paris Nazım’ın da gülüdür.

Haftaya görüşene dek sevgiyle kalın...