Canım Anneme ve Tüm Annelere..

Erdal Atıcı erdalatici@gmail.com

 

İnsan Soyu eğer anneler olmasaydı, bugüne gelemez, yok olur giderdi. İlkel çağlarda hem de... 

Anneler nesilleri besledi, büyüttü, korudu... 

Bugüne getirdi insanlığı...

Anneler...

İnsanlığın her şeyi...

Bir bebek gördüğüm zaman, çok düşünürüm. İnsan ne kadar zavallı bir yaratık diye...

Düşünsenize anne olmasa iki üç günde ölür... Hiçbir şey yapamaz, söyleyemez, isteyemez!

Siz bakmayın büyüdüğü zaman efelendiğine, böbürlendiğine, kadını küçümsediğine... 

Kırk yıl hizmet etsek, sırtımızda taşısak; annelerimize haklarını ödeyemeyiz biz!.

Hayatta en büyük sevincimdir annemin hayatta olması... Gölgesi hala üstümüzdedir... Arayamadığım dönemlerde "Sana ulaşamıyoruz..." diye beyaz yalanlara sarıldığımda, "Hadi ordan yalancı, ne zaman aradın da ulaşamadın?" der ve affettiğini ele veren bir kahkaha atar...

Annem 88 yaşında bu dünyanın sırrına ermiş bir kadın... Kedinin, köpeğin dilinden anlayan, ağacın otun böceğin varoluşunu yorumlayabilen bir bilge, Yörük anası...

88 yıllık uzun ve zor yolda, salgın hastalıklara, gelinlerin bu yaşamdan koparılmasına, ölümlere, yüzlerce mevsime, binlerce kez gece ve gündüze, fırtınaya, yağmura, şimşek çakmasına tanıklık etmiş...

Seller gelmiş yeryüzünü süpürüp gitmiş denizlere...

Onları görmüş, kervanlar görmüş sonsuzluğa yürüyen...

Elleri koynunda analar,  gece gündüz sigara dumanında keder içen ihtiyarlar...

Sonra mezarlar görmüş, sahipsiz... Mezarlar görmüş kimin olduğu bilinmeyen...

Ve 3 yaşındaki kızını, 40 yaşındaki oğlunu vermiş o mezarlara...

Ağlamaktan keder bağlamış, o çok sevdiği iki göz evinin duvarlarını...

Duvarları hatıralarla sıvanmış... Uğultulu bahçesinde, hatıralarla süren bir yaşam...

Beni o bahçenin en güzel zamanlarında doğurmuş garip anam... 

Kendi çabalarıyla... Doktor yok, ebe yok... Ölebilirmiş de... Ama o zamanlar kadının adı yok ülkemizde... 

Biri ölür, biri bulunur...

Tüm anneler gibi yaratıcıdır benim güzel annem. Kumaş artıklarından şapka dikerdi başımıza, karadibek kumaştan elbiseler...

Yelekli takımlar...

Bahçeden topladığı otlardan binbir çeşit yemek, baldan tatlılar yapardı... 

Kışları ocak başında oturup yememiz için çitlembikler kurutur, cin darı ekerdi bahçenin bir köşesine...

Sonra:

Ruhumuzu besleyebilmek için masallar anlatırdı bize... Binbir çeşit hikayeler... Geçmişi ta kalu belaya kadar bilirdi. Bu dünyada soyu kalmamış üç gözlü insanlardan, on metre boyu olan devlere kadar, geceler boyu anlatırdı... Gabriel Garcia Marquez'in "Yüzyıllık Yalnızlık" adlı kitabını okuduğumda, oradaki yaşlı kadını anneme ne kadar da benzetmiştim. 

Demek ki, yoksulluk ve acılar kadınlarımızı bilgeleştiriyor...

Ha latin Amerika'da, ha Türkiye'de...

Bunca acıya ve kaybedişe insan hikayeyle karşılık verebiliyor ancak. Ve hepimiz bir hikâyenin içinde var olabiliyoruz. Hikayeler bitiyor, önce, sonra bizler bir hikaye içinde bir son cümleyle kaybolup gidiyoruz. Geride bırakılan yalnızca bizim yaşama kattığınız değer...

Annem, benim güzel annem... 

Uzatmadan lafı ellerinden öperek kutluyorum, senin ve tüm annelerin anneler gününü...

Çok sevdiğim bir Ahmet Erhan şiiriyle bitireyim yazımı...

OĞUL

Anne ben geldim, üstüm başım

Uzak yolların tozlarıyla perişan

Çoktan paralandı ördüğün kazak

Üzerinde yeşil nakışlar olan

 

Anne ben geldim, yoruldum artık

Her yolağzında kendime rastlamaktan

Hep acılı, sarhoş ve sarsak

Şiirler çırpıştıran bi adam

 

Kurumuş kuyunun suyu, incirin

sütü çoktan çekilmiş

Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi

Ayrık otları, dikenler bürümüş

 

Kapıdaki çıngırak kararmış nemden

At nalı ve sarımsak duruyor ama

Oğlum, mektup yaz diyen

Sesin hala kulaklarımda

 

Anne ben geldim, ağdaki balık

Bardaktaki su kadar umarsızım

Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?

Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın..