HATIRLAMA BAHÇESİ

HATIRLAMA BAHÇESİ HAYATLARIMIZA DOKUNAN ÖĞRETMENLER… YÜKSEL PARLAR

Reklam
Reklam

 HATIRLAMA BAHÇESİ
HAYATLARIMIZA DOKUNAN ÖĞRETMENLER…
YÜKSEL PARLAR
İnsan duygularıyla şekillenen bir yaratıktır ki, sever, sevilir, kıskanır, özler, âşık olur, ayrılır, üzülür, duygulanır… El yordamıyla yaşamı öğrenir. Deneyim elde eder, o deneyimleri sonucu hataları azalır, yanlış yürüdüğü yollardan geri döner… En çok duygulandığımız, en çok üzüldüğümüz, mutlu ve mutsuz olduğumuz dönemler çocukluk çağlarımızdır.
“Gökyüzü gibi bir şey çocukluk, hiçbir yere gitmiyor” diyor şair Edip Cansever. Gerçekten de çocukluk hiçbir yere gitmiyor. En net o dönemlerimizi hatırlıyoruz aslında. Çocukluğunuzda, yaşamınıza önce anne ve babanız, dedeniz, nineniz sonra öğretmenler sonra da dostlarınız dokunur…
En çok da, öğretmenleriniz…
Öğretmenlerinizin sınıfta ders dışında söylediği sözleri hep hatırlarsınız. Bir güçlükle karşılaştığınızda, zor zamanlarınızda, yerle bir olduğunuz zamanlardan onların söylediklerinize tutunursunuz çoğunlukla. En kötü zamanlarınızda yüzünüzde bir gülümseme olursa, bilin ki çocukluğunuzdan sözcükler uçuşmaya başlamıştır beyninizde…
Bizler çok şanslı çocuklardık, çok çok iyi öğretmenlerimiz vardı bizim. Her birinden çok şey öğrendik, elbette bazıları çok daha yakındı birilerimize ama genel anlamda, öyle bir güçlü takım yaratmışlardı ki, biz çocukları yaşama asla yenilemeyecek ve sonuna kadar direnerek yaşayacaktık…
Benim edebiyata yönelmemi, kitap okumamı derslerime giren üç edebiyat öğretmenim sağlamıştır. Bunlar, geçen yazımda anlattığım Nihat Özbek, Yüksel Parlar ve Selim Günyeli’dir…
Size bugünkü “Hatırlama Bahçesi” köşemde Yüksel Parlar Hocamı anlatmaya çalışacağım. Sanırım her birimizin yaşamına dokunan o güzel, aydınlık yüzlü öğretmenimizi hep birlikte bir kez daha hatırlayacağız. Kulaklarını çınlatacağız…
Lise 2. Sınıftan itibaren Edebiyat şubesine ayrılmıştık. Okulun en haylaz, en ders çalışmayan, çift dikişli öğrencisi varsa bizim Edebiyat Şubesine mecburiyetten dolmuştu. O zamanlar Fen şubesine gidebilmek için Fizik, Matematik ve Kimya derslerinin iyi olması gerekiyordu. Bizim çok berbat olduğu için, mecburen Edebiyat Şubesi öğrencisi olduk. Sınıf sayısı fazlalaşınca bizi iki sınıfa böldüler. 5 Edebiyat A, 5 Edebiyat B…
Derslerimizin hepsi sözel derslerden oluşuyordu. Tarih, Sanat Tarihi, Edebiyat, Felsefe, Sosyoloji, Kompozisyon, Seçmeli Din Dersi, Resim, Beden Eğitimi, Müzik…
Sene başında öğretmenler tek tek sınıfa geliyor, o yılı birlikte geçireceklerini söylüyorlardı. Tarih dersimize okul müdürümüz Erkan Koyuncu, Felsefe’ye Mestan Turp, Sosyoloji’ye Ramazan Acar, Psikoloji’ye Cemil Ceyhan, Beden Eğitimine Mesut Ekiz, Resim Afet Acar…
Daha yılın başında hareketlenmişti sınıfımız. Teneffüslerde sınıf toz duman içinde kalır, göz gözü görmezdi. Bu savaş hali hiç bitmez, kedi köpek gibi hırlaşmaları gibi, tartışmalar sürer giderdi.
Okulda Yüksel Parlar adını duyardık da, dersimize hiç gelmemişti. İşte o gün, bize geldiği ilk gün, bizim için tarihi günlerden biriydi. Sınıfa dev gibi bir adam girdi. Kapının önünde susup ayağa kalkmamızı bekledi. Bu an beş dakika kadar sürecekti. Gerginlik sona erip, tartışmalar bitince herkesin gözü kapıda olağanüstü sakinliğiyle bizim sakinleşmemizi bekleyen öğretmene döndü. Herkes kaşıyla gözüyle birbirini uyardı ve sessizlik sağlandı.
Bu, bir öğretmenin en büyük kazanımıdır. Bağırmadan, çağırmadan bakışlarıyla sınıfı susturmak, hele hele bizimki gibi edebiyat şubelerini susturmak büyük bir savaş kazanmakla eş değerdir.
Sonra bize selam verip kürsüye oturdu. Sınıfımız Atatürk Mahallesine doğru bakıyordu bu kez. Sapsarı portakal bahçeleri ta TARİŞ’in oralara kadar uzanıp gidiyordu. Yine bir eylüldü, ömrümüzün en güzel eylüllerinden birinin daha başındaydık. Yapraklar sararmış, sarı bir renk gökyüzüne hâkim olmaya başlamıştı. Evet, Orhan Veli’yi ve yüzlerce güz şairini bu havalar mahvetmişti. Her biri yüzlerce, kederli ve hüzünlü dizeler bırakıp gittiler bu acılarla dönen yaşlı dünyaya…
Yüksel Hoca o sararan yapraklara bakıyor, bizim iyice sakinleşmemizi bekliyordu. Sonra sakin sakin dersini işlemeye başladı, ama öyle bir şey yapıyordu ki, bizi de yavaş yavaş dersin içine çekiyordu. Herkese tek tek konuşma olanağı veriyor, kendimizi ifade etmemizi bekliyordu. Son derece çağdaş düşünceli, çağdaşlığa önem veren bir öğretmenimizdi.
Edebiyatımızın ders kitaplarına giremeyen, hatta adının anılmasına bile tahammül edilemeyen Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi ünlü yazarlara ders aralarında değiniyor ve onlara yapılan büyük haksızlığı gidermiş oluyordu. Demokrat bir yapısı vardı ve bunu her daim bize duyumsatıyordu. Sağ sol çatışmalarının başladığı o dönemlerde de aynı tutumunu sürdürdü. Sağcı solcu tüm öğrencilerini eşit tuttu. Siyasetin sığ sularına girmedi, özellikle de, uzak durdu…
O, daha önemli bir şey yaptı, bizim hayata ve insanlara bakışımızı değiştirdi. En iyi siyasetin halkın sorunlarına çözüm üretmek olduğunu öğretti. Bunun için mutlak siyasetçi olmak gerekmiyordu. Edebiyatçı da halkın sorunlarına dikkat çekebilirdi. Doktor da, mühendis de… Halkçı olmak için, halkı tanımak, halkın sorunlarını saptamak ve ona kafa yormak demekti…
Her şeyin geçici olduğu bu dünyada ölümsüz olan edebiyattı. Haftada 6, 7 ders bizimle birlikteydi. Uzun uzun konuşmalar yapar, şiirler okur, en çok da sessiz sedasız metinler yazdırırdı. Kompozisyon dersinde kimi zaman birkaç kompozisyon yazdığımı hatırlıyorum…
Beni Fakir Baykurt ile tanıştıran öğretmenim Eyüp Yıldırım’dı, ama Sabahattin Ali ile tanıştıran Yüksel Parlar öğretmenim oldu. Sabahattin Ali’nin ilk okuduğum öyküsü “Değirmen”di. Üç sayfalık öyküyü okuduğumda kanım damarlarımdan çekildiğini hissetmiş, öylece düşünceler içinde kalakalmıştım. Müthiş bir öyküydü. Şimdilerde gençlere o öyküyü bulup okumalarını oneriyorum. Yine “Ayran” adlı bir öyküsünü okumuştum. İnanılmaz etkilenmişti. Sabahattin Ali benim sevgili yazarım haline gelmişti artık…
Nazım şiirleriyle de Yüksel Hocam tanıştırdı bizi. “Onlar ki toprakta karınca, /suda balık / havada kuş kadar /çokturlar…” derken, Nazım kimi kastetmiştir” diye sormuştu bir gün… Yanıt olarak da: “Sizin annelerinizi, babalarınızı…” demişti…
Düşünsenize, her birimiz 16, 17 yaşında delikanlılarız. Kendimizle baş edemezken bir öğretmen bizi sınıfta 40 dakika sessiz sedasız tutabiliyordu. Zaman zaman arkadaşlarımız dersi kaynatmaya kalksa da yine derslerini bir şekilde yapıyorlardı. Biliyorlardı ki, onlar derslerini yapmadığı zaman halka karşı görevlerini yerine getirmeyecekler, halkın çocukları okuma olanağı bulamayacatı.
Bir gün sınıfta Nadir Yatık arkadaşımız dersi kaynatmak için her şeyi yapıyordu. Dersi dinlemeye çalışan bizlerin de dersi dinlememize engel olmak için uğraşıyordu. Teneffüste sekiz on portakal almış gelmiş, sırasının altına koymuş, ders sırasında kabuğunu soyuyor ve hoca başka yere baktığında paket lastiğiyle bize atıyordu. Pat diye vuruyordu da, o zamanlar ihbarcılık alçaltıcı bir suç olarak görülürdü. Kimse de Yüksel Hoca’ya söyleyemiyordu. Portakalın kabukları bitince bu sefer portakalı yiyip ağzından geri çıkarıyor, bize gösteriyordu. Yüksel Hoca bunu gördü, hepimiz kıyamet şimdi koptu dedik içimizden, Yüksel Hoca Nadir’i yerinden kaldırdı başka yere yerleştirdikten sonra yüzüne bakmaya başladı. Hepimiz merak ediyorduk ne diyecek diye, öyle baktı yüzüne… O insana huzur veren sesiyle “onun çok zeki olduğunu, ama dersleri dinlemediğini, yarın bu topluma hizmet edecekken, topluma yararsız biri haline geleceğini” söyledi…
Koca sınıf şaştık da kaldık. Nadir sanırım yaşamının dersini Yüksel Hocadan almıştı… Nadir arkadaşımız gerçekten çok zekiydi, zekası bizimkini ona katlardı. Ama hiç derse çalışmazdı, çalışmadığı gibi sınıfta da sürekli yaramazlık yapardı. (Nadir arkadaşımız Sosyal Hizmetler Fakültesini bitirdi. Sonra onun bu dünyadan ayrıldığını duydum. Çok çok üzüldüm. Lisede etkili dostluklar kurduğum arkadaşlardan biriydi. Öylesine hayali hikâyeler anlatırdı ki, hangisinin doğru hangisinin uydurma olduğuna karar veremezdik.)
Yüksel Hocamın öğrencilere karşı olan sabrını bu dünyada başka hiçbir insanda görmedim. Bazen biz onun yerine arkadaşlarımıza kızardık. O asla kimsenin kalbini kırmaz, eğitimciliğin hünerleriyle öğrenciye davranışlarının yanlış olduğunu hissettirirdi.
Sonraki yıllarda edebiyata yönelmemin etkenlerinden biri de, onun derslerinde öğrendiklerimiz olduğunu düşünürüm. O gençlik yıllarımızda, yazdığımız kompozisyonları gülümseyerek okurdu. Kimi zaman yanına çağırır, edebiyat alanında yetenekli olduğumu duyumsatırdı.
Yıllar sonra Yüksel Hocamı evinde ziyaret ettim. Ali İhsan Tuncalı Amcayla birlikte. Bizlerden sonra öğretmenliğini, emekliliğini ve İstanbul’da bir özel lisede çalıştığını anlattı. Biz ziyaret ettiğimiz de, Ortaca Belediyesinde Belediye Meclis Üyesiydi. Ama siyaset ona göre değildi. Hasan Karaçelik Ağabeyimizin ısrarı üzerine seçimlere girmişti. Bu görevini de en iyi şekilde yaptığını, ikinci dönemde aday olmadığını biliyorum.
Onun yetiştirdiği, yaşamına dokunduğu binlerce öğrenciden biri olarak ona bir kez daha teşekkür ediyor, sağlık ve esenlik diliyorum.
Öğretmenim iyi ki yolumuz kesişti sizlerle…
Selam ve saygılarımla.
10 Ekim 2021
Erdal Atıcı
Fotoğraf: 2010 yılında Ortacalı Yıllar adlı kitabımın imzasına iki edebiyat öğretmenim birlikte gelmişlerdi. Solda: Selim Günyeli, Erdal Atıcı, Yüksel Parlar